21 Mayıs 2019 Salı

Çünkü Her İnsan Ölecek Yaşta!

Bir şey yap.
Güzel olsun.
Çok mu zor?
O vakit güzel bir şey söyle.
Dilin mi dönmüyor?
Güzel bir şey gör.
Veya, güzel bir şey yaz.
Beceremez misin?
Öyleyse güzel bir şeye başla.
Ama hep güzel olsun.
Çünkü her insan ölecek yaşta.
Geç kalmayasın…

Şems-i Tebrizi

3 Şubat 2019 Pazar

Almond Blossom - Şubat 1890*

129 yıl sonra, Amsterdam'da ressamının adına açılmış müzede sergilenen bir tablo. Bense tek başıma çıktığım bir yolculukta buluşuyorum onunla. Hiç plansız, beklenmedik bir tutulma... 

Şaşkındım. Öyle ki bu çiçek açan badem ağacını gördüğüm anda kalbim hızla çarpmaya başladı, hani şu istemsizce elinizi sol göğsünüzün üzerine götüren türden. Tabloya biraz daha yaklaşıp, dokusunu fark ettiğimdeyse yavaş yavaş gözlerim doldu. Ne yalan söyleyeyim o an biraz korktum. Daha önce de buna benzer hisler yaşamıştım gerçi (onlar başka yazıların konusu) ama ne zamandır tekrarlanmamıştı. Ben de sağlıklı olduğuma içten içe inanmaya başladım bu süreçte. Sonra 45 dakika kadar bu tablonun karşısında neden bunu yaşadığımı düşündüm. Gerçi sonradan çok saygı duyduğum ve fikirlerine acayip değer verdiğim biri bana böyle bir sendrom olduğundan ve isminin de stendhal olabileceğinden bahsetti ama bu süreçte başka bir düzlemde beni düşünmeye iten ve kendi içimde yaşadığım bazı aşamalar kaydetmiştim sanırım.  

Her şeyden önce bu tablo acayip ters köşeydi benim için. Vincent'ın her ne kadar renklense de çoğu zaman yüksek dozda hüzünlü anlatımına alışıktım ben. Starry Night, yıldızlı bir gece değildi mesela, kendi renklerini bulmaya çalışan hayalperest ve değeri zamanında anlaşılamamış bir sanatçının kendi dünyasını aydınlatma telaşıydı. The Bedroom at Arles, Vincent'ın, Theo'ya yazdığı gibi huzur ve uyku isteği de uyandırmadı bende, resimde hiç beyaz kullanmamıştı. Hikayesi de aslında Vincent için çok da iyi olmayan bir döneme tekabül eder. Gaugin'i beklerken tabloyu resmetmiştir ama Gaugin ile iki ay kadar birlikte yaşadıktan sonra Vincent en kötü dönemlerinden birine girer, kulağını keser ve Saint Rémy'de bir akıl hastanesine kaldırılır. Mesela The Potato Eaters, ruhsal olarak aç kaldığım zamanları hatırlatır, okumaya zaman bulamadığım, gelişip büyüyemediğim zor zamanları. Vincent tüm bu alıştığım duygulardan başka şekilde, Almond Blossom ile bu defa beni kocaman bir umudun içine bıraktı. Karşı koyulamayacak ve görmezden gelinemeyecek kadar güzel bir umudun içine. 

Vincent bu tabloyu, hediye olarak sevgili adaşı ve küçük yeğeninin doğumu için resmettiğini yazıyor Theo'ya. Bu yüzden baharı, var olmayı, büyümeyi ve hayatı anlatıyor, mavi ve beyazla. Beni ilk olarak buradan vurdu sanırım. Böyle karamsar, kendi hesaplaşmaları içinde renklerini arayan, zaman zaman kendi içinde kaybolan hatta uzun süre yolunu da bulamayan bir adamdan, umuda dair bir şeyler duymak insanı kıskıvrak yakalıyor ve hatta "küçük dertlerinin ızdırabıyla ertelediğin onca şey arasında umutlu olmayı hatırla" diye de uyarıyor. Kendi verdiğimiz kararların, kendi çıkmazlarımızın ve kendimizce uydurduğumuz kaçış yollarının daracık sokakları arasında kaybolduğumuza inanırken, hayatın ve zamanın anlamları üzerine durup yeterince düşünmüyoruz belki de. Çıkmazlarımız gerçekten çıkmaz mı? Sorularımızın ve sorunlarımızın cevapları neler? Ne istiyoruz ve ne yapıyoruz? Veya kısaca kimsin sen? Bu şey değil, bizim Türk politikacıların birbirine kurduğu en anlamlı soru olarak kimsin sen! Ama daha çok Sokrates'ten beri gelen ilk soru gibi, sen kimsin?

Bu ters köşe hareketten sonra, kalbimi elimle tutup kendimi korumaya çalışırken, bu defa renklerle birlikte gözlerim etkilenmeye başladı tablodan. Gözlerimin o ana kadar gördüğü - en güzel - mavi ve  beyazdı. Dünyada böyle renkler olduğunu bile bilmediğimi fark ettim, bilmediğini fark ettiğin ne çok şey olduğunu anlayınca yaşadığın o garip boşluk hissiyle doldum tekrar. Güzel olmak, renkli olmak, benzersiz olmak yeniden tanımlandı kendi içimde. Tecrübelerimin anlamları değişti, vardıkları kavramsal sonuçlar yenilendi. Tüm bedenimin ve zihnimin bir makina gibi yeniden programlandığını hissettim. Denklemlerime ve kodlarıma yeni bir şey eklenmişti, başka ve umutlu bir renk. 

O renklerin oluşum sürecini hayal etmekse beni daha önce üzerine hiç düşünmediğim bir yere götürdü. Vincent renklerinin içine doğadan bir yığın şey ekliyormuş. Bu yüzden resimlerine yaklaştığınızda pürüzsüz bir boyadan ziyade içinde çokça başka şeyin de kalıntısı gizli olurmuş. Hayatın, yaşanmışlığın, anıların izlerine bir tabloda nesnel olarak rastlamak da mümkün yani. Şimdi bir Vincent tablosunun içinde neler olduğunu düşünürken hissettiğim, yaşadığım zamandan ne topladığımla alakalıydı sanırım. Sahi ben ne topluyordum? Neyi nasıl üretiyordum da kendimce kişiselleştiriyordum? Ben bir şeyleri kişiselleştiriyor muydum? 

Sonrası Vincent'tan bağımsız ama bağlantılı olarak, küçük bir kızın tablonun önünde, hikayesini dinlemek için ayaklarını altına alıp, yere oturmuş olmasıyla ilgiliydi. Bu öğrendiği bir davranış olamaz muhtemelen çünkü o an o salonda bunu yapan tek kişiydi. Sanırım bu onun en çok cesur olmasıyla alakalıydı. Herhangi bir davranış kalıbını takip etmek zorunda hissetmeyecek kadar cesur olmasıyla alakalı. O an ben bunu yapmak istesem de o cesarette değildim. Yapamayacağımdan değil ama insanların bakışlarını fark eder ve hikayeye odaklanamazdım. Eteğim açıldı mı? Saçlarım dağıldı mı? Dudaklarım mı düşmüş, çok mu somurtkanım? Ellerimi nereye koymalıyım? gibi sorularım dikkatimi dağıtırdı belki. Sonra bu yazıyı yazacak kadar düşünemezdim. Ama tablonun hemen karşısındaki duvara yaslanmamda sorun yoktu, bir şekilde bunu öğrenmiştim. Belki artık o kız olamam ama henüz okula bile başlamamış küçük bir çocuktan bir şeyler öğrendim o gün, mesela doğrudan davranışlarımı olmasa da düşüncelerimi toplum tarafından kabul görmüş bir düzlemde sorgulayabiliyorum sadece. Yani öncelikle bedensel olarak güvende hissetmem lazım, ancak sonrasında sorularımı sorabiliyorum kendime, yine döndük mü Virginia Woolf'a. Düşünmek için kilit noktamız tekrar biriciğimiz tarafından öğütleniyor: kendine ait bir oda. Bu bazen bir müze duvarı, bazen bir taksinin arka koltuğu, bazen gece eve yürüyerek dönmek istediğinde elinde sıkıca tuttuğun biber gazı. Kendini güvende hissetmek, kadınlar için zamanla çok zor bir hal alabiliyor. Hele düşünmek, konuşmak, yazmak... Ama o küçük kız sanırım bunu henüz öğrenmemişti, umarım öğrenmez. Sonsuz kaynağa ulaşabildiği ve her zaman o gün o tablonun önünde ayaklarının üzerine oturup hiç kimseyi umursamadan dinlediği gibi, o olağanlıkta, o merakla bakar hayata ve zamana. 

Peki hangisi gerçekti, hangisi düş?

Benim Vincent'ın Almond Blossom'ı karşısında yaşadığım tüm o bedensel değişimler ve zihinsel telaşım, gerçek miydi? Yoksa bir sendromun girdabında, değerli olduğuna inandırıldığım bir şeylerin heyecanını mı yaşıyordum yalnızca? 

Müzenin kitapçısından bana o günü hatırlatacak bir kartpostal aldım, arkasına aynı zamanlarda bir kaç cümlelik not düşmüşüm. Üzerinden çok geçmedi ama kartı alıp baktım. Son cümlem şöyle: "Ben nereye aitim? Benim bir yerim var mı?" 
  
129 yıl sonra, Şubat 2019'da zamanda yer bulmuş bir tabloyla buluştuğum günün anısına.
Yaşadığım tüm değişimlerin olanca heyecanı ve merakıyla,
Derya

(Varsova - Şubat 2019)


3 Ocak 2019 Perşembe

Don't Ask, Walk*

No one can build you the bridge on which you, and only you, must cross the river of life. There may be countless trails and bridges and demigods who would gladly carry you across; but only at the price of pawning and forgoing yourself. There is one path in the world that none can walk but you. Where does it lead? Don’t ask, walk!

Friedrich Nietzsche

6 Aralık 2018 Perşembe

Kendine Ait Bir Gün*



Uzun zamandır bu kadar mutlu olmamıştım, kendimle baş başa. 


Dün, bir günü kendime ayırmaya ve sevdiğim şeyleri yapmaya karar verdim. Kendime çokça gün ayırabilirim ama sadece kendime ayırmak bazen lüks, afilli bir şeymiş gibi geliyor. Buna hakkı olup olmadığını sorguluyor nedensizce insan, sanki yaşadığı hayat "sadece" onun değilmiş gibi. 

Müze gezmek için evden çıktım. Sonra gün sanat görmek, kitap koklamak, yürümek, yağmurda ıslanmak, İstanbul'u denizden görmek, ucuz kahve içip, ucuza yemek yemek, Malik Aksel'le karşılaşmak, büyülü bir dükkandan pul satın almak, piyano bakmak, Özdemir Asaf'ın sevgilisiyle tanışmak gibi şeylere evrildi. İstanbul çok acayip bir şehir. 

Çengelköy'den Üsküdar'a varıp, Karaköy'e vapurla geçmek bile başlı başına bir seyahat keyfi. Her adımı İstanbul kokan bir rota bu. Bu yolun bir kısmında sabah keşfettiğim Can Ozan'ın Deniz Kabuğu'nu dinledim. Şöyle diyor şarkı "Bir hevesle çıktı bu yola, hiç sonunu, düşünmeden... Gençti çok hâlâ bir girdaba yakalandı, büyümeden..." Hayatımın o girdaplarını düşündüm uzun uzun. Ne günler geçti, ne çok şey birikmiş içimde hiç anlatmadığım. Kimseye söylemediğim, kendime bile. 

Yolun diğer kısımlarında sadece martıları dinledim. Küçüklük hayalimin evimi bir martıyla paylaşmak olduğunu hatırlayıp gülümsedim yine (işten ayrıldığımdan beri bu gülümseme meselesi hayatımın sıradan bir parçası oldu, o kadar özlemişim ki). Karaköy'e indiğimde ilk hedefim hemen İstanbulModern'e gidip Balıkçı Çocuk ve Kediler tablosunu görmekti. Yağmur yağıyordu küçük küçük, "korkma her şey yolunda, hadi biraz rahatla artık" der gibi. Dinledim bunu. Hiç bir şey düşünmeden bankalar caddesine döndüm. Sonra o merdivenleri gördüm. Yıllar önce eski bir dostla bu merdivenlerden Alman Lisesinin toplaşmasına gidip, onların geleneksel bir tatlısını yemiştik. Yağmur beni korumaya devam ederken merdivenlerin önünde durup, o yılları düşündüm. O yıllarda beni kollayan tüm hisleri, tüm insanları hatırladım, iyi ki var(dı)lar dedim. Şimdi neredelerse umarım çok mutludurlar.

Salt Galata'nın güvenliğine İstanbulModern'in yeni yerini sordum, bilmiyormuş. "Ama burada da sergi var" dedi. Osmanlı Bankası Müzesi'ni gezmiştim, yine de adama dert anlatmak yerine teşekkürler deyip kendimi Salt Galata'nın içinde buldum. Tabi saat daha çok erken, cafesi de açık, kahvesi de fena değildi. Haklıymış adam, benim görmediğim bir sergi varmış müzede: İdealist Mektep, Üretken Atölye 1932'den 1973'e Gazi Resim-İş. Orada Malik Aksel'le karşılaştım, acayip güzel kadın portreleri vardı. Gazi Eğitim Enstitüsü (1926-27), Halkevleri (1932) ve Köy Enstitüleri (1940). Kısa notlar ve Malik Aksel'in kadınları. Kadınları doğal hallerinde, ama bir erkek gözüyle değil, onların kendilerini ifade ettikleri şekillerde resmetmeye çalışırmış Aksel. Tabi poz veriyorlarmış bir yerde oturarak ama daha çok kadın olarak kendileri varmış orada. Zamanla önce kendi içinde sonra toplum içinde kendini bulmaya çalışan onca kadın. Eğitimin karma olduğu zamanlara geçiş. Kadınların, erkek çocuklarına öğretmenlik yapmaya başlaması...
Bu sergi 12'de açılıyormuş onun açılmasını beklerken, Salt Galata'nın modern kütüphanesinde kitabıma da zaman ayırdım. Hatta bu sergiyi gezdikten sonra dönüp bir de kitap raflarının arasında dolaştım. Ara Güler ve Murat Belge'nin kocaman resimli İstanbul kitapları vardı. Çok garip bir şey oldu. Salt Galata'nın cafesinden kahve alırken, kasadaki (muhtemelen benimle yaşıt) gence hangi katta, hangi sergi olduğunu sordum. Binayı, sergileri hiç gezmediğini nerede ne olduğunu bilmediğini söyledi. İstanbulModern'e Galata Kulesi yanından tırmanırken, bir pul koleksiyoncusundan, 100'lük pul adım 20 TL'ye. O adam hep bana hayatın sırrını çözmüş de oturup yüzyıllardır insanları izliyormuş gibi geliyor dükkanında. Harry Potter'ın asa seçmeye gittiği dükkan gibi biraz, zaman zaman uğruyorum oraya.

İstanbulModern'de Balıkçı Çocuk ve Kediler tablosu yoktu ama Yıldız Moran'la tanışıp büyülendim. O kadar çok Özdemir Asaf dinlediğim uzun yıllarda nasıl hiç Yıldız Moran'ı merak etmemişim diye düşündüm, bu tanışma beni çok şaşırttı.  Oturup fotoğraflarına uzun uzun baktım, çok etkilendim. Türkiye'de akademik eğitim almış ilk kadın fotoğrafçıymış üstelik. 1963’te Özdemir Asaf ile evlenmiş. Üç tane de çocukları olmuş, Gün, Olgun ve Etkin. Meğer o gördüğümüz Özdemir Asaf portrelerinden bazıları da onun gözündenmiş. Çok hayran oldum bu kadına. Özdemir Asaf'ın Akıl Gözü dizelerini okumuşlar mıdır acaba birlikte? Sevmeden önce anlamaya çalışmışlar mıdır mesela birbirlerini? Şiir ve fotoğrafı nasıl konuşmuşlardır rakı masasında? Özdemir Asaf, şiirlerinde Yıldız Moran'ın fotoğraflarından etkilenmiş midir veya Yıldız Moran, fotoğraflarını çekerken, esinlenmiş midir Özdemir Asaf'ın şiirlerinden? Hep yeniden başlamışlar mıdır aşklarına, bir yaşam boyu bitirmek yerine?  

Asmalı'nın bir köşesinde küçücük bir restaurant vardır. Zeytinyağlı yemekleri olur çeşit çeşit içindeki vitrininde. Eğer burada bir öğlen 5 çeşitli bir tabak almadıysanız, ben İstanbul'un en iyi restaurantlarını bilirim demeyin sakın. Bugün bir de pazı çorbaları vardı, nefis!

Sadece, Galata'dan tekrar Karaköy iskelesine yürüdüğüm yolda bile, Galata Mevlevi Müzesi, bir İstanbul kedisiyle tanışma ve piyanoya mı başlasam diye düşünüp bir yarım saatimi de bana piyanoları tek tek çalarak gösteren piyano eğitmeniyle geçirdikten sonra, bir dakika kala Üsküdar vapurunu yakaladım. Nefes aldığımı ve İstanbul'u hissettim tüm bedenimde. Beni alıp, çıkardığı acayip güzel maceralarıyla bu şehri çok sevdiğimi fark ettim tekrar. Kendime ait bir günden bir sürü ayrıntı kalmış şimdi bana.  




19 Ekim 2018 Cuma

Ara Güler*

Yollarımızın kesiştiği sadece bir anım var. 

Makarnalarını çok sevdiğim Ara Cafe'deydim ve dışarıda inanılmaz bir sağanak başlamıştı. Ben kolsuz çok ince (her zamanki gibi) bir tulum giymiştim. Arka masada Ara oturuyormuş, beni görünce "sen böyle donmuyor musun?" diye laf atmıştı. Ağzım kulaklarımda bir şeyler gevelemiştim. Genelde sanatçıya değil ama sanata aşık olduğumdan o gün Ara Güler'le fotoğraf çektirme talebinde falan bulunmadan çıkmıştım cafe'den. Tabi fotoğraflarına hayran hayran saatlerce bakmış, öğrenci harçlığıyla her fırsat bulduğunda, o pahalı fotoğraf kitaplarından almaya çalışmış biri olarak heyecanımın beni nasıl bir kalp çarpıntısına sürüklediğini şu an bile tekrar hissedebiliyorum. 

Aşağıdaki fotoğraf diğer başka bir kaç fotoğrafla birlikte, üniversite hayatım boyunca beni motive eden şeylerdendi. Çok umut verirdi bana, ilham verirdi, bir amaç sunardı, teşvik eder ve cesaretlendirirdi. Sanattan beklediğim her şeydi yani. 

Hala çok ince giyiniyorum zaman zaman ve her seferinde görse Ara Güler'in muzipliğiyle bana "çok ince giyindin" diyeceğini düşünüp gülümsüyorum.

Bu dünyadan Ara Güler geçti... (16 Ağustos 1928 - 17 Ekim 2018) 




9 Ağustos 2018 Perşembe

Bir Dinazorun Gezileri*

Mina Urgan'a bayılıyorum! 
Yaşam enerjisine, bakış açısına, anılarının her birini anlatış şeklinin biricikliğine! 

Bazı satırlarını okurken altını çizmekle yetinemiyorum, hayatımda böyle anlardan biriktirmeliyim diye düşünüp, hayallere dalmış buluyorum kendimi. Ortak bir şeyleri beğenmişsek kendimle acayip gurur duyuyorum. Onlardan biri de "Bir Dinazorun Gezileri" sayfa 213'ten. Der ki Mina: "Prag'da ne yazık ki, ancak iki gün kalabildik. Oysa bu kent öyle olağanüstü güzel ki, iki gün, bir tek sokağını görmeye bile yetmez. Eski mahallenin her bir evinin önünde durup, bir tablo seyredercesine, saatlerce bakmak istersiniz. Onun için, Prag'ı gerçekten gördüğümü söyleyemem. Tek söyleyebileceğim, Prag'a geldiğimizde yağmur yağdığı ve benim Nazım'ın dizelerini anımsadığımdır:

Yağmurlar içindeydi Prag
Bir gölün dibinde gümüş kakmalı bir sandıktı. 
Kapağını açtım
İçinde genç bir kadın uyuyordu camdan kuşlar arasında."

Prag'da iki kez bulunma şansım oldu şimdiye kadar. İlk gidişimde 24 yaşımdaydım ve karlı bir şubat ayıydı. Bir sabah 7'de, henüz bir kaç Praglı evlerinden yeni çıkıp işine gidiyorken, Charles Bridge'in ortasında durup "her yıl mutlaka gelicem buraya" demiştim kendime. Bir parçam orada, o köprüde kaldı o zamandan beri. Her Prag'a gittiğimde kendime ait bir şeyleri de hatırlıyorum bu yüzden. Heyecanlarımı, umutlarımı, hayallerimi, karanlık ve puslu havasında saklıyor sanki şehir. 

Ben hep Kafka cümleleri duyardım, ama şimdi Mina, bir Nazım şiiri fısıldayınca kulağıma, artık Nazım'ı da dinleyeceğim sokaklarında... 

Kendini keşfetmek başlı başına bir yolculukmuş. Öyle veya böyle yürüdüğün her adımda bir şeyler ekliyormuşsun hayatına. Kafka, Prag, Mina, Nazım... Bir fotoğrafta bir kokuyu, bir kremde kışın soğuğunu, bir şarkıda kocaman, sımsıkı bir bağı hissetmek gibi şeylerle dallanıp budaklanıyormuş anıların. Para biriktirmekle, eşya biriktirmekle değil, anı biriktirmekle büyüyormuş ruhum. Geçip gitse de beni büyüten bir yığın anı biriktirmekle... 


Aklımda hiç bitmeyen Prag özlemiyle,
Derya


Şu an arkada çalan parça Liam Gallegher'dan olsun, siz ne istiyorsanız ondan!

  


21 Aralık 2017 Perşembe

Arzu Tramvayı*

Şimdi kış tatilleri, yılın altı aylık rutin kaçamakları da gündeme gelmeye, yurdun yüksek kesimlerinde kar kendini göstermeye başlamış ve biz yılbaşı için o beyaz romantik örtünün hayalini kuruyorken, bir süre, yolculuk ve varış üzerine de durup düşünmek gerekiyormuş. 

Bazen bizi bazı yolların varılan sokakları değil de o yolda gördüklerimiz değiştiriyormuş meğer. Tabi bu bize Konstantinos Kavafis (1863 - 1933) tarafından İthaka'da çok uzun zaman önce de öğütlendi. Yeni bir şeylerden bahsetmiyorum. Benim düşmek istediğim not, Arzu Tramvayı'nın galasına gitme şansı bulduğum o günle ilgili. 

Zerrin Tekindor'u izlemek uzun zamandır hayalini kurduğum bir şeydi (ki aslında saymaya başlayınca sahnede izlemek hayalini kurduğum ne kadar çok sanatçı olduğunu da farkediyorum). Tennessee Williams'ın Arzu Tramvayı da Zerrin Tekindor gibi kuvvetli, bir metin. Yolculuk, yoksulluk ve hayatta bir başına kalmışlıkla günden güne eriyen bir beden oluyor Zerrin Tekindor, kadın olmanın apayrı düzlemlerini açıyor bize. Cümlelerinin satır aralarında varoluşunun ağırlığını hissediyor izleyici, böyle narin ve zarif gözüken bir kadının omuzlarından birileri şu yükleri söküp alsın artık diye yalvarıyor içten içe. Küçücük anlarda, kendi kavgalarını, kendi cümlelerini, kendi yoksulluklarını düşünüyor, buluyor, hayal ediyor.

Ama varoluş vurgusu, bundan çok başka görünümlerde, başka başka şekillerde de çıkabiliyormuş karşımıza. Tiyatrodan çıkışta Uniq'in duvarlarından birinde "repair yourself" yazıyordu. Kendini tamir etmek, önce düzgün çalışmayan kısımlarını da bilmeyi gerektiriyor tabi, Sokrates'e kadar uzanır bu. Hatta tekrar döner günümüze gelir, Matrix'in "Temet Nosce" yazan duvarına ve bunun muhabbetini yaptığın akşam yemeklerine hatta o yemeklerde hazırlanan zeytinyağlı sosun ne kadar harika olduğunu hatırlamana kadar varır, avlar seni... 

Belki de benim kendimi tamir sürecim önce bu takip silsilesini bir yerde kesmeyi denememle başlamalı. Ucu bucağı belli olmayan zihin saraylarımızın içinde ordan oraya savrulmak öyle kolay ve bazen öyle konforlu ki insanın kendini içine bırakası geliyor. Fakat ilerlemeci gelmiyor artık bana bu silsile, kopamayışımı bir kaçışa yormaya başlıyorum. Sanki bir şeyleri düşünmeye cesaret edemediğimden, geçmişin beni (mutlu veya mutsuz) nasıl ederse etsin, ayrıntılarında kaybolmak kaçısına sığınıyormuşum gibi geliyor. Çıkıp şu anımın problemlerini kendime bir bir dökmek ve yüzleşmek yerine, geçmişin tadı bozuk anılarına bile geri dönüp durabiliyorum. Bir de tabi bir yerden sonra neyin tadının nasıl olduğunu unutup, yine aynı zihin sarayında bunları olduğundan büyük, daha şaşalı ve bulunamaz tatlara dönüştürebiliyor insan (masadaki zeytinyağlı sos gibi). Özlemek acayip bir şey hangi kalıba soksan giriyor bir şekilde ama o sostan bahsetmeden kapatmayayım bu sayfayı. Yılbaşı öncesi muhtemelen yılın bu zamanlara yakın bir dönemiydi, 2015 sonu.  Davet edildiğim bir akşam yemeğinde masaya bir zeytinyağlı sos getirildi yemekten önce ekmeğimizi bandırdıklarımızdan. Ben onu tadarken konuştuğumuz bir konudan mıdır, yoksa o esnada çok değer verdiğim bir masada olmamdan mı bilmem... Aklımda. 

Bazen hislerimizin de etkisiyle, başımıza olağandışı şeyler gelebiliyormuş meğer. Oturup düşününce,
aynaya bakınca insanın neresini tamir etmesi gerektiğini şıp diye bilemediği daha mistik şeyler (Elon Musk'ın bir yanda mars'ı, diğer bir yanda aşkı bulacağı kadını araması gibi).

Veya yalnızca ve sessizce Blanche Dubois çığlığı gibi içimizde yankılanıyor bazen tamir edilme ihtiyacımız. O zaman belki bir tiyatro metni, belki bir duvar yazısı, hangisi  ilham veriyorsa, takip etmek gerekirmiş. 2018'de ben kendim adına öncelikle bunu diliyorum. Bir kadının, hiç bitmeyen o iç sesiyle, takip ettiği kendini bulmayı... 

Aralık 2018

7 Temmuz 2017 Cuma


Alice: How long is forever?
White Rabbit: Sometimes, just one second.




1 Ocak 2017 Pazar

City of stars - Are you shining just for me?
City of stars - There's so much that I can't see...



A look in somebody's eyes
To light up the skies
To open the world and send it reeling
A voice that says, I'll be here
And you'll be alright



İnsanlar genelde karanlık tarafı içten içe çekici bulur gibi gelir bana ve belki de bu yüzden örneğin Black Swan gibi müthiş karanlık filmlerde kaybolmaya bayılırlar. La La Land'in de bir karanlık tarafı var kanımca. İlişkinin mevsim geçişleri ve kurgusal bir mutluluk fikri bize bir tokat atıyor tekrar her güzel filmin yaptığı gibi sonunda...

Bu tokat, gülümsüyor ve beklentilerimizle alay ediyor sanki. Çünkü inanmak istediğimiz tüm kaynaklar bir kağıt kalabalığı gibi dağılıyor o karanlıkta. Bazen bunu size "aşkı" anlatan birinin gözlerinde de görürsünüz mesela. İnandırıcı olsun diye bir de kendi aşık halinin olağandışı ve büyüleyici etkileriyle süsler anlatımını... Mesela aşık olduğunda nasıl öpüşür, ve diğerleriyle bunun arasındaki farklar nelerdir, veya mesela aşık olduğunda çiçek almak gibi sıradan flörtlere girmese bile ne kadar romantik ve düşünceli birine dönüşür... 

Kurgusal dünyayı kurgusal listelerle donattıktan sonra geçer karşısına değişen renkleri izleriz. Ne kadarda güzeldir parıldayan doğa... Kendi kahramanlığımızı ve müthiş hayal gücümüzü bir anda unutur ve sözde evrenin bize verdiği bu hediyeye sarılırız. 

La La Land anlatıyor ve bunu yalanlıyor, üstelik korkutucu bir saygı çerçevesinde. Bir selam çakıyor eski sevgiliye piyanonun başında... Mutluluklar diliyor... 

Bir keresinde bir dostum, "Nefretini duvara yansıt ve sorularını sor." diye uyarmıştı. La La Land her duygumuzu sanki bir duvara yansıttı ve sorular sordu. Kendi içimizde, unutmaya çalışsak da en başından bildiğimiz cevaplarıyla beraber. Biz buna da alışığız tabi, alternatif senaryolarıyla soğuk geceler geçirdiğimiz Jeux D'enfants gördü gözlerimiz. 

Biri "Cap ou pas cap?" dedi diğeri "City of Stars"... Ne derseniz deyin hep bir cesaret oyunuymuş meğer... 



29 Kasım 2016 Salı

There is no fundamental difference between human and animal 
in their ability to feel pleasure and pain, happiness and misery. #govegetarian



20 Kasım 2016 Pazar

He temporally said goodbye to Porpentina and 
promised to deliver his book to her in person.



3 Kasım 2016 Perşembe

Çünkü.

-1.
açılmış sarmaşık gülleri
kokularıyla baygın
en görkemli saatinde yıldız alacasının
gizli bir yılan gibi yuvalanmış
içimde keder
uzak bir telefonda ağlayan
yağmurlu genç kadın

-2.

rüzgâr
uzak karanlıklara sürmüş yıldızları
mor kıvılcımlar geçiyor
dağınık yalnızlığımdan
onu çok arıyorum onu çok arıyorum
heryerinde vücudumun
ağır yanık sızıları
bir yerlere yıldırım düşüyorum
ayrılığımızı hissettiğim an
demirler eriyor hırsımdan

-3.


ay ışığına batmış
karabiber ağaçları
gümüş tozu
gecenin ırmağında yüzüyor zambaklar
yaseminler unutulmuş
tedirgin gülümser
çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var
çünkü ayrılık da sevdâya dahil
çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili
hiç bir anı tek başına yaşayamazlar
her an ötekisiyle birlikte
herşey onunla ilgili

telaşlı karanlıkta yumuşak yarasalar
gittikçe genişleyen
yakılmış ot kokusu
yıldızlar inanılmayacak bir irilikte
yansımalar tutmuş bütün sâhili
çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var
öyle vahşi bir tad ki dayanılır gibi değil
çünkü ayrılık da sevdâya dahil
çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili

-4.

yalnızlık
hızla alçalan bulutlar
karanlık bir ağırlık
hava ağır toprak ağır yaprak ağır
su tozları yağıyor üstümüze
özgürlüğümüz yoksa yalnızlığımız mıdır
eflatuna çalar puslu lacivert
bir sis kuşattı ormanı
karanlık çöktü denize
yalnızlık
çakmak taşı gibi sert
elmas gibi keskin
ne yanına dönsen bir yerin kesilir
fena kan kaybedersin
kapını bir çalan olmadı mı hele
elini bir tutan
bilekleri bembeyaz kuğu boynu
parmakları uzun ve ince
sımsıcak bakışları suç ortağı
kaçamak gülüşleri gizlice
yalnızların en büyük sorunu
tek başına özgürlük ne işe yarayacak
bir türlü çözemedikleri bu
ölü bir gezegenin
soğuk tenhalığına
benzemesin diye
özgürlük mutlaka paylaşılacak
suç ortağı bir sevgiliyle

-5.

sanmıştık ki ikimiz
yeryüzünde ancak
birbirimiz için varız
ikimiz sanmıştık ki 
tek kişilik bir yalnızlığa bile 
rahatça sığarız 
hiç yanılmamışız 
her an düşüp düşüp
kristal bir bardak gibi
tuz parça kırılsak da
hâlâ içimizde o yanardağ ağzı
hâlâ kıpkızıl gülümseyen
-sanki ateşten bir tebessüm-
zehir zemberek aşkımız

Atilla İlhan